YAŞAM SAVAŞI.

   

 

Geçirdiği trafik kazasından sonra acilen getirildiği Hastanedeki yoğun bakım ünitesine yatırılalı bir ay olmuştu. Yaşam destek ünitesine bağlı adeta ölüm kalım Savaşı veriyordu. Bingöl’ün bir mezra köyünde yaşlı bir hastanın muayenesi yapmışlar, ilçeye dönüşte yağmur ve sis yüzünden Kopan kaya parçasından Kaçarken araç kontrolden çıkmış, İçinde bulundukları araç şarampole yuvarlanmıştı. Yaklaşık Yirmi metrelik bir şarampole yuvarlanan araç adeta hurdaya dönmüştü. Bir köylü yoldan geçerken şarampole yuvarlanan aracı tesadüfen görmüş haber vermişti. Bir saati Aşan bir süreden sonra olay yerine gelen ambulans ve kurtarma ekipleri O'nu ve diğerlerini araç içinden çıkarabilmek için hayli zorlanmışlardı. Onunla birlikte Araçta bulunan biri şoför ve diğeri de hemşire olmak üzere iki kişi maalesef onun Kadar şanslı değillerdi.


  Faruk doktordu. Varlıklı bir ailenin üç çocuğundan birisiydi. Kendisinden Büyük ablası Halide, üniversitede ekonomi üzerine öğrenim görmüş, mastırını Yurtdışında tamamladıktan sonra aile şirketlerinin yönetiminde görev almayı seçmişti. Kardeşi Ferit ise ailenin tüm yönlendirme çabasına karşılık işletme üzerine tahsilini Tamamladıktan sonra tamamen farklı bir alanı seçmiş, müziğe yönelmişti. Faruk ise Robert kolejini derece ile bitirmiş, Hacettepe Tıp Fakültesini kazanmış orayı da Derece ile bitirmişti. Tıp Fakültesi bittikten sonra zorunlu olarak yurdun çeşitli Bölgelerinde önce pratisyen sonra asistan en son olarak Uzman doktor olarak vazifeler yapmıştı.

      Faruk, doktor olarak Dâhiliye İç hastalıkları bölümünde uzmanlaşmıştı. Yurdun çeşitli bölgelerinde doktorluk yapmış olması, yaşadığı toplumda ki sorunları Öğrenmesine, birçok insanın nasıl yoksulluk, sefalet içinde yaşadığına tanık olmasına vesile olmuştu. Kendi çocukluğunu, gençliğini düşünürdü sıkılıkla, bu İnsanların çektiği zorlukları gördüğünde.
Bu zorlukların hiç birini yaşamamıştı. Hep en iyi evlerde oturmuş, en güzel Kıyafetlerin sahibi olmuş, en lüks restoranlarda yemek yemiş en iyi arabalara binmişti. İsteyip te elde edemediği çok az şey vardı hayatında. Bu İnsanların yaşadıkları hayat onun için gerçek olamayacak kadar trajedi doluydu. Çok fazla şey yapmak istiyordu İnsanlar için, fakat kimi zaman bürokrasi, kimi zaman da çalıştığı Kurumların kuralları yardım etmesine mani oluyordu. İşte o zaman anlamıştı, bir Kuruma bağlı çalıştığında muhtaç, kimsesiz sahibi insanlara gerektiği kadar faydalı Olamayacağını. Yardım etme isteği sadece kendi ülkesinin İnsanlarıyla sınırlı değildi elbette. Onun fikri dünyanın Neresinde yardıma muhtaç insan varsa onlara ulaşmak, onlar İçin mücadele edebilmekti. Kendisi gibi doktor arkadaşı Selim sayesinde Sınır Tanımayan Doktorların varlığından Haberdar olmuştu.       



          Bu örgütü araştırmıştı. Sınır Tanımayan Doktorlar Organizasyonu, ihtiyacı Olan her insanın, ulusal sınırlardan bağımsız olarak; ırk, din, Mezhep veya politik mensubiyet ayrımı gözetmeksizin sağlık Hizmetlerinden yararlanma hakkı olduğuna inanan, küçük bir Grup Fransız doktor ve gazeteci tarafından 1971 yılında Nijerya İç Savaşı sonrasında Fransa’da kurulmuştu.  Sınır Tanımayan Doktorlar veya (Sınır Tanımayan Doktorlar Örgütü), savaş ve doğal afetler dolayısıyla zarar görmüş Bölgelerde çalışan; gelişmekte olan ülkelerdeki  Endemik Hastalıklara karşı projeler üreten, tarafsızlık prensibini Benimsemiş, insani yardım amaçlı bir örgüt olduğunu öğrenmişti. Faruk bu Örgüte başvurusunu yapmış, mülakatı başarıyla geçmişti. Hazırlık kurslarını tamamladıktan Sonra ilk görev yeri olan Irak ‘a gitmişti. Kendisi ile birlikte bir Sudan’lı mikro cerrahi uzmanı doktor, birde Alman Uzman Nörolog vardı.  Irakta’ ki savaş tüm vahşetiyle sürmekteydi.    Gün boyunca Bulunduğu kasaba olan Felluce’ de çatışmalar sürüyor, akşamları ise uçaklardan atılan bombalarla şehir adeta cehenneme çeviriyordu. Şehir genellikle briketten yapılma tek katlı evler üzerine kuruluydu. Yapılan bombardımanlar Bu evlerin büyük bölümünü yaşanmaz hale getirmişti.  Çok az sayıda olan iki katlı binaların çoğu devlet kurumlarına ait binalardı. Çalıştığı bina da bunlardan birisiydi, okuldan bozma olduğu belli bu bina da Sınıfların çoğu revire çevrilmişti. Üst katlarda sınıflara sıra sıra somyalar üzerine Atılmış şilteler vardı. Ağır yaralıların tedavisi burada yapılmaya çalışılıyordu. Yatakların arası ipe gerilmiş olan ya çarşafla ya da battaniye ile bölünmüştü.  Bina Bakımsızlıktan ayakta zor duruyordu adeta. Camların çoğu kırıktı ve yerlerine naylon gerilmişti. Günün büyük bölümünde şehre elektrik verilemiyordu. Hastane olarak Kullanılan binada koridorlar karanlıktı, duvarla da sıvalar yer yer dökülmüş, Badananın rengi griye dönmüştü. Sınıflarda asılmış olan Arap alfabesiyle yazılmış yazılar büyük İhtimalle savaş öncesindeki öğrencilere aitti. Çatısının bir Kısmının bombardıman esnasında hasar almış olan hastanede yeterli tıbbi malzeme ve ilaç yoktu. Getirilen hasta ve yaralıların çoğuna sadece bulunabilirse ağrı kesici veya Antibiyotik ilaçlar veriliyor, ameliyatların çoğu elektriğin olduğu bir iki saat içerisinde, steril olmayan yerde ve çok Kısıtlı imkânlarla yapılabiliyordu. Her gün yüzlerce yaralı gelmekteydi hastaneye, kiminin mayın patlaması dolayısıyla ayağı bacağı ya da kolu kopmuş oluyordu. Bazıları patlayan bombalardan sıçrayan şarapnel parçalarına maruz kalmış, bazıları da ağır kurşun yarası almış oluyordu. Şehirde tam bir kargaşa vardı.  Şehrin alt yapısı tamamen çökmüştü.  İçme suyu ve yiyecek sıkıntısı vardı. Siviller sadece savaş Şartlarıyla değil, açlıkla ve yavaş yavaş yayılan salgın Hastalıklarla da mücadele ediyorlardı. Ayakta kalabilen binaların büyük bölümü morga çevrilmişti. Ölenlerin akrabaları veya yakınları kendi cenazelerini Bulabildiklerinde ya da ölen kişiyi tanıyabildiklerinde Kendilerini şanslı sayıyorlardı. Çünkü ölenlerin birçoğu tanınmaz halde oluyordu. Cenazeyi kendi topraklarına götürüyor sessiz sedasız defnediyorlardı. Sahibi olmayan cenazeler havanın sıcaklığı nedeniyle morglarda en fazla bir gün bekletiliyor, ikinci gün büyük çukurlar açılarak toplu halde defin işlemi yapılıyordu.  Birçok insan yanına alabildiği üç beş parça eşya ile başka şehirlere kaçmanın ve hayatta kalmanın yolunu arıyordu. Felluce’ye insani yardım uzun zamandan beri yapılamıyordu.

 Her savaşta olduğu gibi burada da en fazla zararı kadın ve çocuklar görüyordu. Çocuklar, her şeyden habersiz Kendilerini savaşın ortasında bulmuşlardı. İnsanların neden birbirlerini öldürdüklerine, neden bombaların yağdığına hiçbir anlam veremeden. Çünkü onların dünyasında şiddet, kavga, haksızlık yoktur. Herkes birbiriyle arkadaş, kardeştir. Onların ufacık yüreklerinde ne kin ne de nefret vardır, tek istediği sevdikleriyle birlikte barış içinde yaşamak, oynamaktır. Fakat savaşın korkunç ve barbar yüzü bu minicik insanları hayallerinden koparıp, hiç tanımadıkları, Bilmedikleri, dilini konuşamadıkları başka bir ülkeye kaçmak zorunda bırakır. Hâlbuki onlar ne mahalledeki arkadaşlarını, ne de okullarını bırakıp gitmek isterler. Çünkü onların Dünyası, gelecekleri orasıydı. 

            Irak bir yandan yabancı askerlerin işgali altındayken diğer yandan da kendi içinde mezhep kavgalarının giderek şiddetlendiği ve kamplara ayrıştırıldığı günleri yaşıyordu. Faruk,  bu kötü şartlar altında her ihtiyaç duyana yardıma koşmaya çalışıyor, bir yandan da burada ki yaşanan vahşeti, Dünya kamuoyuna duyurulması için örgütün merkezine rapor ediyordu. Faruk Irakta üç yıl görev Yaptıktan kısa süreliğine Türkiye’ye dönmüş ailesiyle bir süre hasret gidermişti.

            Babası Harun Bey, oğlunun tehlikeli bölgelerde Çalışıyor olmasından son derece endişe duyuyordu. Oğluna Birkaç kez; “Oğlum, yaptıklarını takdir ediyoruz annenle fakat başına kötü bir şey gelmesinden çok korkuyoruz. Senden haber alamadığımız her gün bize zehir oluyor”. Demişti.  Babası onun yanında kalmasını, İnsanlara yardım edecekse de bunu kendi ülkesinde yapmasını istiyordu. Faruk da kendi düşündüklerini babasına anlatmış, bir yere bağlı kaldığında insanlara gerektiği kadar yardımcı olamadığını ve bu durumdan büyük üzüntü duyduğunu söylemişti. Faruk sadece savaş olan bölgelerde görev almamıştı, büyük sel ve deprem felaketlerinin yaşandığı birçok ülkeye gitmiş, arama kurtarma çalışmalarına katılmıştı.
            Hayatının on yılı çeşitli ülkelerde ve coğrafyalarda yardıma muhtaç insanlara yardıma koşmakla geçmişti. Türkiye’ye dönmüştü. Mesleğini artık ülkesinde yapmak istiyordu. Sağlık bakanlığına müracaat etmiş atamasının yapılmasını talep etmişti. Bir süre sonra babası tanıdığı hatırlı kişileri araya sokarak atamasını İstanbul’da bir devlet hastanesine yaptırmak istese de Faruk bunu kabul etmemişti. ataması belli olmuştu, Görev yapacağı hastane Bingöl Devlet Hastanesiydi. Faruk, İstanbul’da ki tüm hazırlıklarını tamamlamıştı, Bingöl’e gitmek için Artık her şey hazırdı. Bir gün önceden tüm aile ile lüks bir lokantada birlikte bir akşam yemeği yemiş ve vedalaşmışlardı. Sabahın erken saatinde babasının özel şoförü kendisini otogara bırakmıştı. Otobüsün hareketine yarım saat vardı. Otobüsün kalkış saati yedide İdi. Valizlerini otobüse yerleştirmiş, yağmurlu ve ayazı bol olan bir nisan sabahında içini ısıtmak için çay içeceği bir kafe bulmuştu. Bir yandan çayını yudumluyor, bir yandan da insanları seyrediyordu. Otobüs muavinlerinin bağırarak yaptığı anonsa seyyar satıcıların bağrışmaları karışıyordu. Bazı insanlar binecekleri otobüsü bulmak için koşuşturuyor, kimileri ise yüklerini otobüse yükleme telaşındaydı. Otobüs acentelerinin önünde müşteri kapmak için kıyasıya bir yarış vardı. Bir ara kolundaki saatini kontrol etti, otobüsün kalmasına beş dakikadan biraz fazla vardı. Biraz acele etsem iyi olacak dedi kendi kendine. Yerinden kalktı otobüsün bulunduğu yönde doğru yürümeye başladı. Otobüsün yanına geldi biletini muavine uzattı, bilet kontrolünden sonra otobüse binerek kendisine ayrılan koltuğa yerleşti. On dört saatlik bir hayli molalı ve yorucu bir yolculuktan sonra Bingöl İl merkezinde inmişti. Valizlerini alarak otogardan bir taksiye bindi, taksi şoförüne bir süre kalabileceği temiz bir otel sordu. Şoför birkaç otel ismi söyledi. Ona en yakında olanına götürmesini söyledi. Yaklaşık on dakikalık bir yolculuktan sonra taksi ara sokakta dört katlı, pek lüks olmayan bir otelin kapısında durdu. Taksiyi gönderdikten sonra otele yerleşti. Bir haftalık ücretini peşin ödemişti.  Ertesi gün önce İl Sağlık Müdürlüğü’ne giderek gerekli işlemleri yaptırdı, daha sonrada görev yapacağı hastaneye gitti. Hastane Başhekimi Doç. Dr. Rauf Bey’le kısa bir görüşme yaptı. Başhekimin yanından ayrıldıktan sonra hastanenin idari ve personel işlemlerini yürüten bir alt kattaki bölüme yanında birlikte getirdiği evrakları teslim etti. Hastaneden çıkmış, sıralı dükkânların ve binaların bulunduğu oldukça geniş bir caddede yürümeye başlamıştı. Aklında kendisine lojmanda bir yer verilene kadar bir ev bulabilmek vardı. Saatini kontrol etti saat öğle on ikiyi gösteriyordu. Cadde üzerinde bulunan küçük bir lokantaya girdi karnını doyurdu. Lokanta sahibiyle bir süre sohbet etti. Hastaneye yakın semtlerde kiralık ev baktığını söyledi. Lokanta sahibi ona, buradan çıkınca sağda dön caddeyi takip et, beş yüz metre sonra sol tarafında kahverengi iki katlı ahşap bir bina göreceksin, binanın yan tarafında ki dar sokağın içindeki dördüncü dükkân emlakçı Abdullah’ındır. O buraların yerlisidir ve herkesten iyi bilir. Senin sorununu çözse çözse o çözer demişti.
Faruk tarif edilen adrese gitmiş, emlakçı Abdullah’ı bulmuştu. Durumunu anlattı, Emlakçı ile birkaç evi dolaştılar, evlerin kimisi çok büyüktü, kimi de oturulacak gibi değildi. En son ana caddeye paralel, ara sokakta, hastaneye bir kilometre mesafede ki evi bulmuştu. Kâgir bir binanın alt katında iki odası, mutfağı ve küçük bir banyosu vardı. Tadilatının yeni yapıldığı belli oluyordu, bu daireyi beğenmişti. Ev sahibiyle anlaşmış kontrat işlemlerini de halletmişti. Birkaç gün içinde kendisine lazım olan tüm eşyaları almış evine yerleştirmişti.    Hastanede bir hafta sonra göreve başlamıştı. Nüfusun çok yoğun olmaması hastanedeki işine de yansıyordu. Akşama kadar en fazla on beş, yirmi hastaya bakıyor. Bazen de acil durumlarda ambulansta görevli doktor olarak mezra köylerine gidiyordu. Bu ek görevi başhekimden kendisi rica etmişti. Mizacı gereği yeni insanları tanımak, onlarla iletişim kurmak, yardıma ihtiyaç duyanlara yardım etmek istiyordu.  Böylece aylar geçmiş geldiği bu şehre, buranın insanlarına tamamen alışmıştı. Kazanın olduğu gün sabah erkenden evden çıktı, hava yağmurluydu, yağmur altında yürümeyi seviyordu. Yürüyerek hastaneye gitmişti. İlk önce hastane kantinine uğramış iki poğaça ve çay alarak, kendisine ayrılan küçük muayene odasında geçmişti. Odada küçük bir masa, bir koltuk, masanın ön tarafında küçük bir sehpa ve sehpanın iki yanında siyah renkte sandalyeler, hasta muayenesi için bir Sedye, sedyenin etrafını çevreleyen bir paravan vardı. Masasının yanında duvarda röntgenlere bakılması için ışıklı bir pano vardı. Odanın çokta büyük olmayan penceresi stor perde ile kapatılmıştı. Masasının üzerinde telefon, masa takvimi ve notlarını aldığı defterinden başka bir de kalemlik vardı. Odaya girince ilk önce ışığı açmış, elindekileri masanın üzerine bırakmış ve odaya gün ışığının girmesi için stor perdeyi yukarı kaldırmıştı. Kahvaltısını yaptıktan sonra birkaç hasta kabul etmişti. O gün hasta sayısı çok yoğun değildi. Hastası olmadığı zamanlarda kitap okurdu. Mesleğine ait kitaplarının yanında özel merakı olan tarih, araştırma ve felsefe kitapları okurdu. Öğlenden sonra acilin santraline gelen bir çağrıyla hemen yola çıkmak zorunda kalmışlardı. Yaşlı bir kadın birden bire fenalaşmıştı.    Bingöl il merkezine Doksan altı kilometre uzaklıktaki Yayladere ilçesine bağlı Çatal kaya  köyüne  doğru yola çıktılar. Araçta kendisi ile birlikte hemşire ve birde şoför vardı. Sabahtan itibaren yağan yağmur yolda yer yer şiddetleniyor, kimi zaman da yerini sisli bir havaya bırakıyordu. Köye vardıklarında akşamüzeri saat beşi göstermekteydi. Kerpiçten yapılmış, toprak damlı, iki göz odadan ibaret bir evde torunuyla birlikte yaşayan yaşlı kadın, gıda zehirlenmesi yaşamıştı. Hastaya gerekli müdahale yapılmış, sonra kullanılmak üzere ilaç bırakılmış, İlaçların nasıl kullanılacağı da yaşlı kadının torununa sıkı sıkı tembih edilmişti. Köyden çıkmaları saat altıyı bulmuştu. Dışarıda yağmur giderek şiddetini artırıyordu.  Köy ile ilçe arasındaki yol topraktı üzerine sonradan mıcır dökülmüş ve oldukça Bozuk bir yoldu. Kıvrıla kıvrıla giden yolun bir kenarından zaman zaman derin uçurumlar görülüyordu. Araç bozuk yolda yalpalayarak zar zor ilerliyordu. Bulundukları rakımın Yüksekliği nedeniyle oluşan sis bulutları görüş mesafesini iki metreye kadar düşürüyordu. Bozuk yol ve sis yetmezmiş gibi bir de yolun bazı yerlerde oldukça daralması işlerini oldukça zorlaştırıyordu. Araç bir yanı kayalık diğer yanı uçurum olan dar bir yolda ilerliyordu. Sis iyice bastırmıştı. Faruk’un en son gördüğü şey şoförün yerinden kopan bir kayadan kurtulmak için yaptığı manevraydı!      
    

Yorumlar

Popüler Yayınlar